11 Mart 2010 Perşembe

MERYEM ANA



"Kartallar Yüksek Uçar" adlı dizi TRT'de yayınlanmaya başlamıştı. Yaklaşık dört hafta olmasına karşın yolda yürürken parmak ve omuz dokunuşları ile insanlarca tanındığımı hissediyordum. Güzel bir duyguydu. Eee ne de olsa eserin sahibi AtillKalına İlhan'ın öyküsünde prenstim. Düşman ailelerinin aşkında erkek kahramandım. Az bir sey miydi bu? Üstelik TRT o zamanlar tek kanaldı. İzleyicinin seçeneği yoktu. Bu avantaj beni o sihirli kutu ile ülkedeki tüm evlere taşıdı. Sevilmek ve beğenilmek çok gurur vericiydi.


Öte yandan o sıralar sevgili Egemen Bostancı'nın yapımını üstlendiği, Haldun Dormen'in sahneye koyduğu "Hisseli Harikalar Kumpanyası" adlı müzkalde de oynuyordum. Büyük sükse yapmıştı. Neredeyse kapalı gişe oynuyorduk. Erol Evgin'in, Nevra Serezli'nin, Mehmet Ali Erbil'in, Adile Naşit'in, İlyas Salman'ın ve Ayşen Guruda'nın performansları müthişti. Ben de "Haftabaşı" adlı magazin gazetesinin muhabirini oynuyordum. Küçük ama keyifli bir roldü. Ayrıca böyle bir kadronun içinde olmak hem gurur verici hem de büyük bir ayrıcalıktı.


İstanbul'daki çok başarılı sürecin ardından sevgili patronumuz Egemen Bostancı'nın organizasyonu ile İzmir turnesine gittik. Sonra Bodrum Kalesi'nde oynamak üzere yola koyulduk. Ben aynı zamanda Haldun beyin asistanlığını yapıyordum. Biz Bodrum'a Haldun ağabeyin arabası ile gidiyorduk. Adile abla ve Nevra'da bizimle birlikteydi. Dünyanın en iyi, en komik insanlarından biriydi Adoş. Nevra'da ondan aşağı kalmazdı espri anlayışında. Haldun ağabey bilgi, görgü, zerafet ev kibarlık sembolü idi. Eee doğal olarak da sohbet çok iyiydi. Yolda Meryem Ana Kilisesi'ne uğrayacaktık. Mum yakıp adak adayacaklarmış. O zamanlar böyle değerler beni çok fazla ilgilendirmezdi. Serde gençlil var, para var, söylemesi ayıp yakışıklılık da fena sayılmaz. Nevra "Buraya kadar geldik. Hadi sen de birşeyler ada!" dedi. Adoş ve Haldun ağabey de ısrar edince kıramadım. Çıktım Meryem Ana'nın huzuruna.

Şimdi okuyacaklarınıza çok dikkat edin. Şaşıracaksınız. Güleceksiniz. Belki de kızacaksınız ama doğrusu bu. Yalan mı yazayım!.. Adadığım şey ne ise onu anlatacağım. Gelmeyin üstüme be....

O dönemde Müjde Ar sadece benim değil, ülkedeki tüm erkeklerin rüyalarını süslüyor. Babamın, "Albay Mehmet Cemal"'in bile odasında iki posteri var. Ne gülüyorsunuz? O dönemleri yaşayanlar belleklerini zorlasınlar, anımsarlar. Müjde Ar televizyonda Fuar Kolonyaları'nın reklamlarında oynuyor. Havuzdan bikini ile çıkarken dolgun göğüsleri inanılmaz. Müthiş etkileyici. Erkeklerin çoğu kağıt mendil ile dolaşıyor ağızlarının kenarından akan salyalaraı temizlemek için!

Mumları yaktım. "Meryem Ana n'olur, bu kadınla beni yakınlaştır. Onu hissedeyim. Onu koklayayım. Onu okşayayım. Öpücükler kondurayım o dolgun dudaklarına" diye iç geçirdim. Ne yapayım abiler? Ne yapayım ablalar. İşin gerçeği bu. Böyle yaptım.

Yolculuğa devam ederken, Haldun ağabey oğlu Ömer Dormen ile ilgili olan adağını, Nevra çocukları Murat ve Suat'a ait dileklerini, Adile Abla da yıllar önce yitirdiği oğlunun ruhunun huzuru için olan dileklerini anlattı. Eyvah ki, ne eyvah!.. Sıra bana geldi. Ne olacak şimdi?

"Ben anlatmam" dedim önce. "Olur mu?Biz anlattık ." dediler. Oradan girdiler. Buradan çıktılar. Naçar kaldım canım. Başladım anlatmaya.

Bir çırpıda bitti. Adoş'un kahkahalarını, Nevra'nın çığlıklarını, Haldun ağabeyin "Afedersin ama şekerim, orası kutsal bir yer. Başka bir dilek tutamadın mı?" serzenişini dün gibi hatırlıyorum. Yol boyunca ne çok gülmüştük.

Gülün, gülün. Ama bakın neler olacak. İstanbul'a döndüğümüzün ikinci günüydü. Yeşilçam'ın unutulmaz prodüksiyon amiri "Marlon Selahattin" Şan Tiyatrosu'na geldi. Ertesi gün Ertem Eğilmez'in beni görmek istediğini, saat 2'de Arzu Film'e beklediğini söyledi.

Çok heyecanlanmıştım. Ne demek? Ertem Eğilmez Yeşilçam'ın efsane ismi. Bir ekol. Tartışmasız bir duayen. Onun tornasından kimler geçmemiş ki? Kemal Sunal'ından Tarık Akan'ına, Şener Şen'den Adile ablaya, Münir Özkul'a dek uzanan zincir içinde daha sayamadığım bir sürü değer bulunan bir yıldız dergahı.

Uyumak kolay mı o akşam? Sabahı zor ettim. Allah'ım saat ne zaman iki olacaktı! Arzu Film'in kapısından içeri girdiğimi hatırlıyorum. Benim yaşlarımda genç bir adam karşıladı beni. Köşedeki masada da kirli sakallı biraz daha olgun bir adam oturuyordu.

"Ertem bey seni bekliyor" dedi genç adam. Koridorun ucundaki odayı gösterdi. Çekinerek kapıya vurdum. "Gel!" sesi üzerine içeri girmeden kapıyı açtım. Masasında oturan dökük saçları arkaya doğru taranmış adam, yani Ertem ağabey boğuk sesiyle "Gel lan buraya pezevenk!" dedi. Şaşırmıştım. Kızarmıştım. "Pardon efendim." dedim usülce. Beni aşağıdan yukarı şöyle bir süzdü. Ardından da yapıştırdı; "Siktir ulan, çık dışarı!". Aman Allahım. yıkılmıştım. Aşağılanmıştım. Ne olacaktı şimdi? Beklentilerim, hayallerim boşamı gidecekti.
"Gel, gel!" dedi genç adam. Sonradan Şerif Gören olduğunu öğrendiğim kirli sakallı adamın yanına götürdü. Şaşkınlık içindeydim. Şerif ağabey "Seni beğendi" dedi. İnanın anlamakta zorluk çekiyordum. Ama Ertem ağabeyin beğeni göstergesi böyleymiş.

Sıkı durun bomba geliyor. Arzu Film'in yapımcılığında Şerif Gören'in çekeceği filmde oynamamı istiyorlar. Başrol. Hem de kiminle? Müjde Ar ile! Hani o babam Albay Mehmet Cemal'in bile odasında iki şuh posteri olan,hani o Fuar Kolonyaları'nın reklamlarındaki dolgun, seksi güzel, hani o erkeklerin ağızlarının suyunu akıtan güzeller güzeli esmer.

Yaaa! Gördünüz mü Meryem Ana'nın gücünü.. İnanmazsanız taş olursunuz vallaa taş.

Eve gelip senaryo okuduğumda sevişme ve öpüşme sahnelerinin gizemi beni çok etkilemişti. Hele Şan Tiyatrosunun locasında çekilen sahne.. Allah diyorum, başka bir şey demiyorum.

Ne mi yapsaydım?

Keşke Meryem Ana'nın huzuruna bir değil beş mum dikseydim!..
























9 Mart 2010 Salı

BABA

Gururlu adamdı babam. Onurluydu. Hastalığının ölümcül olduğunu biliyordu. Ama kabullenmesi zordu onun için. Savaşını sürdürüyordu ne de olsa askerdi o… O savaşmak için eğitilmişti. Menhus hastalığın doğal reaksiyonları, acıları, sızıları dayanılmaz olsa da.


Hey gidi albay Mehmet Cemal. Babam diye söylemiyorum yakışıklı adamdı be… Üniformanın bu kadar yakıştığı adam inanın çok az gördüm. Hani “Yürüyünce yerler titrer” deyişi vardır ya, işte öyleydi aslan babam benim için. Çakı gibi…


Çok severdi annemi çok. Bizlere düşkündü. En çok da beni severdi. En küçük oğlan hesabı. Ama annem onun sevgisini hak ediyor muydu? İyi bir anne, özverili ve sadık bir eş miydi? Ah..Ah!.. Bunlara evet demeyi ne kadar çok isterdim.



Babamın öleceğini hepimiz biliyorduk. Akciğer kanseri metastaz yapmış,beynine sıçramıştı. Tek tesellimiz acı çekmiyordu. Tanıyordu, konuşuyordu, fazla acı çekmiyordu. Espri bile yapmaya çalışıyordu hastane odasındaki yatağında.



Son günlerinde canı kadar sevdiği, hayatının kadını olan annemin yanında olmasını çok istedik. Onu görsün, onu hissetsin istedik. Bin bir rica ve telkinle getirebildik annemi hastaneye. Sevmiyordu baba mı! Aslında annem kendisinden başka hiç kimseyi sevmedi, sevemedi!



Annemin içinde bulunduğu durum da pek parlak değildi. Ağabeyim ve ablam evlendikten sonra babamla birlikte yaşıyorduk. Annem terk etmişti bizi. Bir düzen de kuramamıştı kendine. Onun bunun yanında sığıntı gibi kalıyordu. Acı çekmekten zevk alır bir yanı vardı. Hiçbir zaman yetinmeyi bilmezdi annem. Koşulları hep zorlardı. Ne yazık ki sahip olabileceği şeylerin değerini bilememekle kalmayıp, onları fark edememişti bile. Yazık çok yazık.



Annem dönerdi, dolaşırdı, sudan çıkmış balık gibi Cemal beyin dükkanına gelirdi. Babam o inanılmaz tutkusundan dolayı direnemezdi ona. Yelkenleri hep foraydı. Evini de, gönlünü de, cüzdanını da seve seve açardı. Annem de maalesef kullanırdı bunu. Ah annem ah! Yatacak yerin yok senin ama annemsin yine de!.



Torun Kerem özeldi annem için. İlk torun Sanem alınmasın. Annem Kerem’e olan tutkusundan uzun süre ablamda kaldı. Babam da çok severdi erkek torun Kerem’i. Az bir şey değil. Her Pazar sabahı cebinde çikolata ve şekerlerle Basınköy’ün yolunu tutardı babam. Pazar mesaisinde günün büyük bölümünü ablamlara ayrılırdı.Ağabeyim, kızları ve amcamlar “Ce Aa” denecek zaman dilimiyle sınırlıydı.



Hasta yatağında afacan çocuklar gibi meraklı ve şaşkın gözleriyle yatıyordu. Annem, ablam ve ben odada oturuyorduk. Birden bir şeyler mırıldandım. Önce kendim bile duyamadım. Sonra o ses yükseldi, soruya dönüştü.

-Sizi Evlendirelim baba?

Annem ve abam şaşırdı. Babam gülümsemeye çalıştı.

-Kiminle? dedi, sevecen gözleriyle.

-Kiminle olacak babacım, annemle tabi! dedim.



Kırk sene bu ülkeye subay olarak hizmet vermişti Albay Mehmet Cemal, ardından emekli maaşı yetimlere ve öksüzlere gidecekse helaldi ama bu aşamada anneme gitmesi revaydı. Ben böyle düşündüm ve yaptım. İyi ki de yaptım.



Sağ olsun Fatma abla (Fatma Girik) Şişli belediyesinden iki nikah memurunu görevlendirdi. Gerekli formaliteleri bir günde tamamladık. Nikah şahitleri hemşirelerdi imzalar atılırken. Ablam, ağabeyim ve ben ağlıyorduk. Annem yeni gelinler gibi idi. Geleceğe yönelik ekonomik güvencesinin, kazanımlarının heyecanı ve hazzı içinde idi.



İnanmamakta özgürsünüz. İşin bu boyutu o anda beni ilgilendirmiyordu. Babam yaşamının sonunda da olsa hayatının kadınına yeniden kavuşmuştu. Huzurluydu, mutluydu. Gerçeği bilmesine karşın hayatı boyunca hiçbir zaman sahip olamadığı, çılgın gibi sevdiği kadın için çok önemli bir iyilik yapmıştı. Fazlasını da yapmak isterdi ya!



-Babacığım tebrik ediyoruz. Çok iyi oldu, ne güzel sizi birlikte görmek! dedim, saklamaya çalışmadı. Gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Parmakları ile annemi işaret ederek, kısık kısık,

-En çok … onun için…. iyi oldu! dedi.

Duyduğum son sözleri oldu bunlar. Ertesi sabah babam öldü….



.